Gelişim Bülteni #87: Neden Yurt Dışına Taşınmıyorum?
- Ayça Karaman
- 16 Haz
- 5 dakikada okunur
Bana en çok sorulan sorulardan biri bu: “İngilizce biliyorsun, eğitimin var, girişimci bir ruha sahipsin… Neden hâlâ gitmiyorsun?” Bu sorunun ardında bazen merak, bazen yargı, bazen de kendi gitme isteğini meşrulaştırma çabası oluyor ama ben her defasında aynı sakinlikle cevaplıyorum: Yurt dışı benim için sevmediğim bir hayattan büyülü bir kaçış dünyası değil.
Gidenler için zerre sözüm yok zira herkesin kendi hikâyesi ve seçimleri olduğunu biliyorum. Benim hikâyemde ise emek emek inşa ettiklerimle birlikte bu düzenimle bugünümde bulunduğum yerde kendime ait anlamlı bir yaşam sürmek seçeneği iyi geliyor. Benim için “gitmemek” bir sıkışmışlık değil, bilinçli bir yön seçimi. Bir gün yönüm kendi akışında yurt dışına giderse, ben de bunun peşinden yurt dışına gidebilirim.
Kalmak, çoğu kişiye göre pasif bir tercih gibi görünebilir ama benim için bu, aktif bir yaratım süreci. Hayatın her coğrafyada kendine göre zorlukları olduğunu bilecek olgunluktayım. Burada kendime ait bir alan kurmak, kendi sistemimi oluşturmak ve nefes alınabilen bir hayat inşa etmek benim keyif aldığım bir mücadele biçimi.
Bu bültende, yurt dışına gitmeme kararımdaki düşünsel, duygusal ve pratik boyutları açık bir şekilde paylaşacağım. Çünkü inanıyorum ki coğrafya değil, anlatı değişince hayat değişir.

Keşfet! ✨
Yurt dışına defalarca çıkmış biri olarak yurt dışını hiç idealize etmedim. Orada hayatın “daha medeni” ya da “daha kolay” olduğunu düşünen bakış açısını anlıyorum ama paylaşmıyorum.
Her yerin kendine ait krizleri, çatışmaları ve görünmeyen duvarları var. Ve eğer içeride hiçbir şeyi dönüştürmeden sadece coğrafyayı değiştiriyorsan, bir süre sonra şunu fark ediyorsun: Kaçtığın şey aslında doğduğun topraklara değil, zihinsel olarak sıkışıp kaldığın hikâyene aitmiş.
Yeni bir dil, yeni bir kültür, yeni bir sistem... Bunlar başlangıçta heyecan verir ama zamanla seni sen yapan en temel köklerden biriyle karşılaşırsın: bağ kurmak. Ve o bağı, iç sesinin anadilindeki insanlarla kurmak kadar değerli çok az şey var benim için.
Ben, “başka bir yerde baştan başlamak” yerine, şu an bulunduğum yerden hayatımı kurmayı seçiyorum. Çünkü biliyorum ki nerede değil, nasıl yaşadığım daha değerlidir.
Düşün 💭
Bazen neye ihtiyacımız olduğunu yanlış yerden arıyoruz. Zihnimiz “dinlenmek” deyince ekran kaydırmayı anlıyor ama aslında bedenimizin ve ruhumuzun ihtiyacı olan şey: harekete geçmek, bağ kurmak, fark yaratmak.
Geçen gün bindiğim metroda müzisyenler çok neşeli bir parça çalıyordu. Herkes yorgun ve sessizdi. Müziğe karşı yarı ilgi yarı bastırılmış bir neşe vardı üzerlerinde. Performans bittiğinde kimse tepki vermedi ama ben yüksek sesle teşekkür ettim ve alkışladım. Sonra başkaları da katıldı alkışlamaya. Somurtan birkaç kişi de gülümsedi. Bir sıcaklık yayıldı ortama. Bazen sadece biri başlarsa, geri kalanlar da şunu hatırlıyor: ortak duygular hissetmek iyi geliyor.
Kendimizi, kendi ışığımızı, kendi katkımızı unutmuş olmakla imtihan oluyoruz son yıllarda ve bu unutkanlık bizi sürekli bir şeylerin eksik olduğu inancına sürüklüyor. Halbuki insan, çok daha azıyla çok daha derin bir tatmin yaşayabilir. Bu yüzden ben artık hayatı “tutunmak” ya da “kaçmak” çerçevesinden görmüyorum. Ben hayatı, içinde yaşanacak bir ritim gibi görüyorum ve bu ritimde kalmak içsel bir pozisyon seçmekle ilgili: neye ortak olmak istiyorsun, neye enerji vermek istiyorsun, hangi ortak duyguları paylaşmak istiyorsun?
Çoğu insan bir şekilde sistemi eleştiriyor ama ben yıllardır her kesimde söylemle davranışın çoğu zaman örtüşmediğini gözlemliyorum. Menfaat söz konusu olduğunda, haksızlık görmezden gelindiğinde, liyakat yerine ilişki tercih edildiğinde aynı kalıplar devam ediyor. Yani aslında eleştirdiğimiz şeyin davranış formunu çoğu zaman kendimiz yeniden üretiyoruz. Ve bu döngü bizi içeriden sabote ediyor.
Benim tercihim artık daha sade ama daha derin bir yaşam:
Öğrenci yetiştirmek,
Sevdiklerimle anlamlı anlar yaşamak,
Topluluğumda gelişmek isteyen insanlara alan açmak,
Gündelik yaşamın içinden dönüşüm yaratmak.
Bu pasiflik değil. Bu, gözümü dört açıp gerçekten fark yaratabileceğim yerleri seçmek ve enerjimi bilinçsizce korkulara savurmak yerine buralara aktarmak. Umutla var olmak. Umudu konuşmak değil, umudu yaşamak.
Çünkü ben hâlâ inanıyorum: Türkiye’de herkes sadece bir gün, gerçekten hayal ettiği gibi korkusuz, samimi ve umut dolu bir yerden yaşasa, sorunlar yerine hayallerini özgürce konuşsa bir daha o yerden geri dönmeyiz. Dönmek de istemeyiz.
O kadar çok iyi şey o kadar az çabayla mümkün ki…
Yeter ki biri bir yerden başlasın.
Derinleş 🧭
Victor Frankl, hayatta kalmanın yalnızca fiziksel değil, anlamsal bir mesele olduğunu savunan bir psikiyatristti. Auschwitz ve Dachau gibi toplama kamplarında yaşarken, neredeyse her şeyini kaybetti: ailesini, özgürlüğünü, mesleğini, beden gücünü... Ama bir şey hep onunla kaldı: anlam yaratma yetisi.
Logoterapi’nin kurucusu olarak Frankl şunu savundu: İnsan, içinde bulunduğu koşulları her zaman değiştiremeyebilir ama o koşullara yüklediği anlamı değiştirme gücüne her zaman sahiptir. Ve bu anlam, bir insanı hayatta tutabilir. Frankl’a göre, hayatın çekilmez olduğu anlarda bile, küçük bir amacı olan insanlar acının içinde bir yerden tutunabilirler. Ve bu amaç, çoğu zaman başkalarının göremediği içsel bir bahçedir. Benim için bu düşünce çok şey ifade ediyor. Çünkü dünya her nerede olursak olalım bazen gerçekten çok sert ve acımasız ama psikoloji bize gösteriyor ki travmalar karşısında çöküp kalanlar ile onları dönüştürüp yeniden yön çizenler arasında belirleyici fark; koşullar değil, o koşulların nasıl anlamlandırıldığı.
Bu kimine göre nasip ya da kader.Bana göre ise zihinsel çerçeve farkı.
Hayatın işleyiş biçimi ilginç. Hayatta kalmaya odaklandığımda, hayat bana sadece hayatta kalacak kadar şey veriyor. Ancak, dış koşullardan bağımsız yolculuğumun tadını çıkarmaya başladığımda yani gerçekten deneyimleri hissetmeye, üretmeye, riske girmeye başladığımda aklıma bile gelmeyen ihtimaller ortaya çıkıyor.
Ve bu tekrar eden bir psikolojik döngü. Bugün yaşadığımız gerçek kriz bence ne ekonomi, ne siyaset. Asıl sorun şu: Kendi kolektif içsel anlatımızı kaybettik.
Anlamı hep dışarıda, bir “daha iyi yerde” ya da “daha uygun zamanda” arıyoruz fakat insanın en güçlü tarafı, şartları değil, şartlara verdiği cevabı seçebilmesidir. Ve bu da ancak zihinsel dayanıklılıkla, duygusal esneklikle ve derin bir farkındalıkla mümkün.
Kendi içsel bahçesini kurabilen insanlar, hayat nereye savurursa savursun, yeniden merkezine dönebiliyor. Ben de şu an buradaki bahçemi bırakıp, başka diyarlarda bahçeler aramak istemiyorum. Bunun yerine mevcut bahçeme zorlu hava koşullarına aldırış etmeden daha çok çiçek ekmeyi seçiyorum. Kim bilir belki siz de bu havalarda bahçe işinin ne kadar yorucu olduğundan bahsetmek yerine bana katılırsınız ve çiçek dolu bahçelerimiz giderek çoğalır 🦋🌷.
Haftanın Önerisi
Bu hafta bir gün belirle. Takvimine koy. Ve o gün:
Kendine nasıl davranmak istiyorsan öyle davran,
Ne giydiğinde kendini “sen” gibi hissediyorsan onu giy,
Kimi görmek istiyorsan onunla buluş,
Ne yapmak istiyorsan sadece ama sadece onu yap.
Hiçbir şeye "mecburum" demeden. Sadece içindeki yaşam arzusuna izin vererek. O gün senin içsel sisteminin provasına dönüşsün. Çünkü bazen sadece bir gün yeter. Bir gün gerçekten sen gibi yaşadığında, diğer günlere artık başka türlü bakmaya başlarsın.
Duyurular
Online Gelişim Grubuna başvurdun mu?
Yeni yılda dönüşüm kiti seni bekliyor.
Küçük Bir Rica
Eğer bu bülten sana ilham verdiyse, belki bir arkadaşının veya tanıdığının da işine yarayabilir. Bu bülteni onlara da ileterek paylaşabilirsin. Paylaşmak için sadece bu linki onlara yönlendirmen yeterli. Beraber büyümek her zaman daha güzeldir. Teşekkürler!
Bu içerikte komisyonlu link bulunabilir. #işbirliği #ortaklık #reklam